22 Haziran 2015 Pazartesi

Haftalık Cilt Bakımında Neler Yapmalı?


Yaş yirmilerin ortalarına doğru hızla ilerliyor malum... İnsan bu yaşlarda farkında varıyor zamanın su gibi aktığının. Özellikle bayanlarda bu yaşlarda başlıyor cildimize özen gösterme çabası. Hal böyle olunca günlük ve haftalık cilt bakımını aksatmadan yapmaya çalışıyorum. Herkesin kendi haftalık cilt bakım rutini ve ürünleri vardır. Ben de kendi cilt bakım ürünlerini ve rutinimi sizlerle paylaşacağım. Pahalı diyebileceğim hiçbir ürünün olmaması sebebiyle herkese hitap edebilir diye düşünüyorum.




- Cilt bakımına her zaman temiz bir ciltle başlamak gerektiği için, tercih ettiğiniz bir temizleme jeli ile yüzünüzü sıcak olmayan bol suyla yıkayalım.
- Sonra haftalık cilt bakımının olmazsa olmazı buhar banyosu... Bir kabın içine sıcak su ve 1 yemek kaşığı kadar elma sirkesini biraz karıştırıp yüzümüzü üzerine tutalım. En az 5 en fazla 15 dakika.
  - Gözeneklerimiz açıldıktan sonra yüzümüze peeling uygulaması yapalım. Hassas ciltli olanlar granürlü peelinglerden kaçınsınlar. Ben granürlü olan Yves Rocher 'ın Kayısılı Peeling'i ile yaptım. Tercih sebebim yüzümü nemli hissettirerek bir bitiş sağlaması. Peelingimizi yüzümüzü kazır gibi değil, yumuşak ve dairesel hareketlerle yapıyoruz. Boyun ve dekolte bölgesini de dahil edelim.

- Peeling işlemi bittikten sonra, herhangi bir kil maskesini yüzümüze uygulayalım ve kuruyana kadar bekleyelim. Kuruduğu halde uzun süre cildinizde bekletmeyin. Yağlı bile olsa cildiniz, kızarıklık ve kaşınma yapabilir. Maskeyi ılık su ile iyice temizleyelim.

- Kil maskesinden sonra yapacağımız işlem cilt tipimize göre farklılık gösteriyor. Eğer cildiniz kuru ise fotoğrafta da gördüğünüz gibi zeytin yağı ve hint yağı karışımını maske olarak kullanabilirsiniz. Avcunuzun içine 1 tatlı kağışı kadar zeytinyağı, 1 çay kaşığı kadar da hint yağı almanız yeterli. Bu yağları avcunuzun içinde karıştırdıktan sonra yüzünüze masaj yaparak uzun uzuuuun sürün. Göz çevresine getirmeyin.

- Cildiniz karma veya yağlıysa limon yağı ile bu maskeyi yapabilirsiniz.
Göz çevrenize de üzüm çekirdeği yağını sürebilirsiniz ancak akşam yatmadan önce yapmanız gerekiyor.

- Yağı yüzünde en az 5 dakika beklettikten sonra yüzünüzü yıkama jelinizle temizleyin. Tüm yağı gidermeye çalışmayın. Yüzeyde olan yağı alması yeterli. Sonra doğal gül suyu ile güzelce tonikleyin. Gündüz ise gündüz, akşam ise akşam kreminizi sürerek haftalık bakımınızı bitirmiş olacaksınız. :)

19 Ocak 2015 Pazartesi

Cyrano De Bergerac Tiradları

Oyununu değil ama filmini izledim ve hayran kaldım sözlerdeki anlam yoğunluğuna, söz oyunlarına... Bu sebeple iki ünlü tiradını koymak istedim bloğuma.





"İSTEMEM EKSİK OLSUN" 


 Rüştü Asyalı'nın mükemmel yorumuyla..  http://www.youtube.com/watch?v=lyvuA6lgID8
1990 filminden..  http://www.youtube.com/watch?v=QUJpGqQly2Q


" - Ne yapmak gerek peki?

 Sağlam bir arka mı bulmalıyım? 
Onu mu bellemeliyim?
 Bir ağaç gövdesine dolanan sarmaşık gibi
 Önünde eğilerek efendimiz sanmak mı?
 Bilek gücü yerine dolanla tırmanmak mı?
 İstemem! 
Herkesin yaptığı şeyleri mi yapmalıyım Le Bret?
 Sonradan görmelere övgüler mi yazmalıyım? 
Bir bakanın yüzünü güldürmek için biraz şaklabanlık edip, 
Taklalar mı atmalıyım?
 İstemem! Eksik olsun!
 Her sabah kahvaltıda kurbağa mı yemeli? 
Sabah akşam dolaşıp pabuç mu eskitmeli?
 Onun bunun önünde hep boyun mu eğmeli? 
İstemem!
 Eksik olsun böyle bir şöhret! Eksik olsun! 
Ciğeri beş para etmezlere mi "yetenekli" demeli? 
 Eleştiriden mi çekinmeli?
 "Adım Mercuré dergisinde geçse" diye mi sayıklamalı
İstemem!
 İstemem! Eksik olsun! 
Korkmak, tükenmek, bitmek... 
Şiir yazacak yerde eşe dosta gitmek. 
Dilekçeler yazarak içini ortaya dökmek?
 İstemem! Eksik olsun!
 İstemem! Eksik olsun! 

Ama şarkı söylemek, düşlemek, gülmek, yürümek... Tek başına... Özgür olmak... 
Dünyaya kendi gözlerinle bakmak... 
Sesini çınlatmak, aklına esince şapkanı yan yatırmak...
 Bir hiç uğruna kılıcına ya da kalemine sarılmak... 
Ne ün peşinde olmak, para pul düşünmek, İsteyince Ay'a bile gidebilmek. 
Başarıyı alnının teriyle elde edebilmek. 
Demek istediğim asalak bir sarmaşık olma sakın. 
 Varsın boyun olmasın bir söğütünki kadar. 
Yaprakların bulutlara erişmezse bir zararın mı var? 


BURUN TİRADI

cyrano de bergerac: kibarlar için yasa çizme değil, kılıçtır.

de guiche: can sıkmaya başladı!
vicomte de valvert: pöh! farfaranın biri! de guiche: elverir, kabak tadı!

haddini bildirecek kimse yok mu?

de valvert: ne demek! durun şimdi.

(kendisini süzen cyrano'ya yaklaşır ve azametli bir tavırla karşısına dikilir)

burnunuz ne kocaman!
cyrano: (pür ciddiyet) evet, pek kocaman!

hepsi bu mu? de valvert: daha? cyrano: bu kadarı az
delikanlı! halbuki neler neler bulunmaz

söyleyecek! asıl iş edada.
meselâ bak, hoyratça:
"burnum böyle olsaydı, mösyö, mutlak dibinden kestirirdim!

dostça: "yana yatmaz mı,
senden evvel davranıp kadehine batmaz mı?"

tarifle: "burun değil bir kere, coğrafyada
böylesine dağ denir, dağ değil, yarımada!"

mütecessis: "acaba neye yarar bu alet?
makas kutusu mudur, divit midir izah et!"

zarifâne: "kuşları sevdiğiniz besbelli!
yorulmasınlar diye yavrucaklar, temelli
bir tünek kurmuşsunuz!"

pür neş'e: "birader, şu koskocaman burnunla tütün içince, komşu
"yangın var!" demiyor mu?"

müdebbir: "aman yavrum,
bu ağırlıkla yere düşmenden korkuyorum!"

müşfik: "yaptırın ona küçücük bir şemsiye,
yazın fazla güneşten rengi solmasın diye!"

alimâne: "görmüştüm aristophane'da belki
hippocampelephan tocamélos adındaki hayvanın

burnu gayet büyükmüş! sen ne dersin?"
nobran: "zaten bilirim, sen misafir seversin,

bu, şapka asmak için ne mükemmel bir icat!"
şairâne: "ey burun! bütün cihana inat,

seni baştan aşağı nezle etmeye kaadir
tek rüzgar bulunamaz, karayel istisnadır!"

hazin: "bir de kanarsa, kızıldeniz, ne belâ!"
hayran: "lavantacıya ne mükemmel tabela!"

safiyâne: "abide ne günleri gezilir?"

hürmetkârâne: "beyefendi kibarsınız muhakkak,
yoksa imkânı var mı cumba sahibi olmak?"

köylü: "vış anam! bu ne? bilmem guş mu balıh mı?
yoksa bir tohuma gaçmış salatalıh mı?"

sivri akıllı: "bunu tombalaya koymalı!
kim elinden kaçırmak ister böyle bir malı?"

ve hıçkıra hıçkıra, nihayet, pyrame gibi,
"bu ne felâket! bu ne musibettir yarabbi!

böyle berbat edip de yüzünü sahibinin,
şimdi de utancından kızarıyor bak hain!"

olsaydı biraz nükte, biraz malûmatınız,
işte karşıma geçip bunları sayardınız.

fakat sizde nükteden eser yok zerre kadar,
neyleyim cenab-ı hakk ihsan buyurmamışlar!

zaten bir parça icat kudreti olsa bile
böyle seçkin, muhterem hüzzar önünde hele,

bana bu şakaları yapamazdınız elbet.
ağzınızdan çıkmaya daha olmadan kısmet

bunlardan birinin en ufak başlangıcı,
karşınıza çıkardı bergerac'ın kılıcı!

ben bunları söylerim oldukça belâgatle;
başkasından dinlemem fakat tekini bile!

14 Ocak 2015 Çarşamba

SİSTEMSİZ EĞİTİM

Eğitimle ilgili bir derleme...




EĞİTİM POLİTİKALARI VE SÜREKLİLİĞİ


          Öncelikle eğitim nedir sorusuna sormamızda fayda var. Eğitim; bireylere hayatta gerekli olan bilgi ve kabiliyetlerin sistematik bir şekilde verilmesidir. Eğitim, bireyin doğumundan ölümüne süregelen bir olgu olduğundan ve politik, sosyal, kültürel ve bireysel boyutları aynı anda içinde bulundurduğundan, tanımının yapılması zor bir kavramdır.[1] Eğitim konusunda tartışmaların sürekliliği, ortak bir noktaya varılamaması –en azından ülkemiz için- eğitimin içinde barındırdığı boyutlardan kaynaklanmaktadır. Eğitim sistemi her dönemde değişiklik göstermiştir. Ancak modern anlamda eğitimin oluşması Sanayi Devrimi’ne rastlar. Sanayi Devrimi ile oluşturulan yeni toplumsal düzen, eğitimin de biçimlendirilmesini gerektirmiştir. 

          Ancak nasıl bir eğitim sistemi, daha doğrusu nasıl bir birey ve toplum yaratılmasını istiyoruz? İşte bu noktada ideolojiler işin içine girmektedir. Avrupa’daki insanlar ülkelerinde eğitimi sistemleştirirken tabi ki farklılıklar, tartışmalar yaşanmıştır ancak sonucunda devamlılığı sağlayacak, akılcı bir eğitim sisteminde hemfikir olmuşlardır. Tam bu noktada ülkemize dönüp bir bakmamız gerekiyor. “Eğitim sistemimiz yapboz tahtasına döndü” gibi ifadeler kulaklarımızda çınlıyoruz. Maalesef doğruluk payı da var. Ancak bunu demokrasiyi henüz içselleştirememiş bir halkın nihai sonucu olarak değerlendirebiliriz. Avrupa’da günümüz eğitimin başlangıcı 18. Yüzyıldan itibaren oluşuyor dedik. Bizde ise devletin rejimi, düşünsel yapısı ise zaten 20. Yüzyılda oluştu. İki yüzyıllık bir fark ve tabi ki Sanayi Devrimi’ni oluşturan toplumsal süreç ve fikir alışverişleri göz ardı edilemez. Henüz genç olan rejimimizi hazırlayan toplumsal süreç de hızlı işlemiştir. Fransız İhtilali gibi halktan gelen değil tepeden gelen yenilikler ve rejim, ülkedeki her yapıyı etkilemiştir. Özellikle kurumsal yapıların demokrasiyi içselleştirememiş olması, ortak bir sistemde hemfikir olunamaması; kurumlarda dalgalanmaları, bazen kırılmaları ve tabi ki süreksizliği getirmektedir.

          Bir toplumda en önemli kurum, eğitim kurumudur. Eğitim kurumlarımızda ise cumhuriyetin kurulmasından bu yana sürekliliği sağlayan bir sistem kurulamamıştır. Bunun nedeni ise, yine aynı kapıya çıkar. Yani demokrasiyi içselleştirememiş iktidarların ideolojilerini yürütmeye çalışma çabası…  Tüm toplum eğitim kurumları aracılığıyla okulda öğretmen, ülkede siyasi liderler vb. karşısında nesneleştirilmekte, eğitim alanında siyasal iktidarın ideolojik ilkeleri ile siyasi, askeri, ekonomik vb. seçkinlerin konumları ve eylemleri yüceltilmektedir. Diğer bir anlatımla eğitim, bireyleri siyasal iktidarın ve toplumda gücü elinde bulunduran kesimlerin ideolojik dünyasına entegre etmek, siyasal ve toplumsal sisteme uymasını sağlamak ve bu duruma süreklilik kazandırmak için kullanılmaktadır. [2] Buradaki süreklilik maalesef akılcı bir eğitim sisteminin oluşması için değil, kendi ideolojiye sahip bireylerin oluşması içindir. X iktidar kendi ideolojisini eğitime entegre ederken, ondan sonra gelen Y iktidarı da kendi ideolojileri çerçevesinde aynı adımları izlemektedir. Adımlar, yollar aynı ancak içerikler farklıdır. 




[1] Vikipedi/ Eğitim
[2] Uğur AKIN- Gani ARSLAN, İdeoloji ve Eğitim: Devlet-Eğitim İlişkisine Farklı Bir Bakış, Trakya Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi 2014, Cilt 4, Sayı 1, 81-90.


--------

Ülkemizde eğitim sistemi sürekli farklılaşıyor ve birbirleriyle bağlantıları neredeyse kopacak noktada değişmeye uğruyor. Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze kadar bunu söylemek mümkün. Cumhuriyetin kuruluşundan önceki dönemde yeni toplumsal fikirler oluşmaya ve kendini göstermeye başlıyor. Cumhuriyet öncesi dönemde kültür politikası olarak Türk tarihinden uzak bir anlayışla İslam Tarihi ve Osmanlı Tarihi üzerine yapılmıştır. Ancak bu durum Tanzimat, 1.Meşrutiyet, 2.Meşrutiyet dönemlerinde de farklılık gösterir. Cumhuriyet dönemine bakacak olursak Atatürk, İsmet İnönü ve Demokrat Parti iktidarlarında aşikar bir farlılık göze çarpar. Atatürk’ün kültür politikasının temelini millilik oluşturmaktadır. İnönü döneminin kültür politikasının temelini “hümanizm” oluşturmuştur. Demokrat Parti döneminde ise kültür işlerinin parti programlarının ilkeleri doğrultusunda yürütüleceği vurgulanmıştır. Manevi değerlere önem verileceği belirtilmiştir.  Din dersleri zorunlu hale getirilmiş, İmam Hatip Okulları’nın yeniden açılması, Köy enstitülerinin ve Halkevlerinin kapatılması hususları bu dönemin eğitim konusundaki farklılıklarıdır.[1]

          Cumhuriyetin henüz kuruluş dönemlerinde yaşanılan bu farklılıklar, ilerisi için temel oluşturacak yere kaygan bir zemin oluşmasına neden olmuştur. Bu durum sadece bu üç dönemden ibaret değildir. Ne yazık ki, günümüzde 13 yıllık bir iktidarın kendi içinde bile dönem dönem ciddi eğitim konusunda farklılar getirilmekte, “yapboz” kelimesinin hakkı verilmektedir. Eğitimimiz genel anlamıyla; test odaklı olan, öğrenme değil ezbere dayalı olan, “şu sınavı geçeyim” düşüncesi hakim olan, öğrencileri birey olarak değil mekanizma olarak gören bir sisteme sahip. Bunun ilk nedeni akılcılığı ve objektifliği merkeze alamamak, ideolojik kaygılar ve demokrasinin tam anlamıyla uygulanamıyor olmasıyla ilgilidir.

          İdeolojilerin önerdiği ideal insan tipi oluşturulurken ağırlıkla eğitim işe koşulmaktadır (Gutek,2011, 163). Bu durumda eğitimin sekteye uğramasına, meyve verememesine ve yeni nesillerin yeşerememesine, toplumun çorak kalmasına neden olmaktadır. “Eğitim şart” cümlesi sakız gibi ağzımızda dolanmakta ancak eğitimin içeriği cılız kalmaktadır. Toplumun refahı, eğitimden geçer. Bunun için önceliğimiz ideolojilerimiz değil; nitelikli, bağımsız, sorgulayan ve düşünen bireyler yetiştirilmesi olmalıdır. Bu niteliklere uygun eğitim politikaları uygulanmalıdır.
         





[1] Bengül Salman BOLAT, Tanzimat’tan Demokrat Partiye Kültür Politikaları ve Tarih Anlayışları, The Journal of Academic Social Science Studies, Volume 5, Issue 8, p.231-247, December 2012

18 Kasım 2014 Salı

Dünya Kaçtı Gözüme


Özdemir Asaf...
Şiirlerini okumamış olanlara şiddetle tavsiye edebileceğim bir isimdir kendisi. İkinci Yeni'yi bilmeyen yoktur. Özellikle şu an içinde bulunduğumuz popüler kültür içinde çokça isimleri duyulur. İkinci Yeni'nin şairlerini ayrıca severim. Özellikle Edip Cansever'i. Neyse konumuz Asaf... Asaf'ın ismi ise popüler kültür içinde ne kadar duyulsa da çok fazla sakız olmamıştır ağızda. En azından ben öyle düşünüyorum. Asaf bütün akımların dışında bir şair olagelmiş. Biliyorsunuz şairler "hadi akımımızın ismi şu olsun" demezler. Onlar sanatlarını icra ederler ve sonra edebiyat kuramcıları veya tarihçileri belirli kategorilere alırlar. Asaf için belirli bir kategori yok. Tabii, Cumhuriyet Sonrası Edebiyatı dışında... Asaf'ın şiirlerini sade ve içten bulurum. Çok fazla kelime oyunları yapmaz. Edip Cansever'de sürüsüne bereket. Bazen sinirlenirim okurken :/ Ama severim yine de, felsefesini severim çünkü. Neyse konuyu dağıtıyorum. Asaf'ın şiirlerini okurken hissederim içimde. İncedir. Duyguludur. En çok sevdiğim şiirlerinden birini paylaşacağım. Şiirinin ismi benim için ayrı güzeldir. "Dünya Kaçtı Gözüme"... Ah, ne güzel bir ifadedir. Bazen o kadar sıkılırsınız ki hayattan, yaşamak o kadar zor gelir ki, hiçbir şey yapmak istemezsin veya bir yere gitmek istersin ama nereye bilmezsin. Daha önce gitmediğin, ayak basmadığın bir yere. Kaçmak, gitmek... Yine böyle duygular içinde bulunca kendimi son zamanlarda aklıma hemen Dünya Kaçtı Gözüme şiiri geldi. Hislerimi dile getirir...



















Hey benim koca kafam.
Tadlar ağzımın içindedir,
Duramaz.
Sesler kulaklarımın derinliğindedir,
Uçamaz.
Kelimeler dilimin ucundadır,
Kalamaz.

Hey benim koca kafam.
Altmış iki santimlik başım..
Saçlar sakallar içinde,
Erkek omuzlar üstündedir.
Bir bedenim var ki,
Merd sevgiler peşindedir.
Aşklar içimde,
İnsanlar yanımdadır.
Hiç biri uzaklaşamaz.
Demir gibiyim onlarla.
Yok etmek isteyen yıkamaz.

Bak yüzüme, bak sözüme,
Dünya kaçtı gözüme;
Çıkamaz."

15 Kasım 2014 Cumartesi

İnstagram'da Biyografi Düzenleme



Herkese merhaba;

Geçen gün instagram hesabımın biyografi bölümüne kendimle alakalı birkaç cümle yazmak istedim. Ancak hepsi yan yana değil de, alt alta yazmak istedim. Ancak ne kadar uğraşsam da yapamadım. İnternetteki tüm forum ve blogları taradım metni alt satıra geçirme ile alakalı ancak bulamadım. Ben de bilgisayar üzerinden girdim instagrama ve biyografi bölümünü düzenledim. Bilgisayarda shift+enter yaparak hatta sadece entera basarak alt satıra geçtim. Bilgisayarda yan yana gözükecek profile girdiğinizde ancak telefonunuzdan baktığınızda hallolmuş olacağını göreceksiniz. İphone kullanıcısı olarak telefonda bulamadım böyle bir seçenek. Diğer telefonları bilemiyorum. Benim gibi arayan arkadaşlara duyururum. Umarım yardımı olur.



14 Kasım 2014 Cuma

Aşk Üzerine

           Geçen gün Montaigne'nin denemelerini okuyordum. Bu arada herkese tavsiye ederim. Hem çok sade hem de yeniden düşünmemizi sağlıyor bazı konularda. Denemelerinden biri "Aşk Üzerine" idi. Ben de kendi düşüncelerimi başladım yazmaya. Montaigne'e katıldığım yer oldu, katılmadığım yer oldu. Şimdi kendi denememden bir parça... 





               Aşk… İnsanı hem yücelten hem de diplere indirebilen bir duygu bence aşk. Montaigne Aşk Üzerine adlı denemesinde bu duygu daha çok hayvani bir arzu olarak ele almış. Ben tek yönlü bakamıyorum bu duyguya. Evet, aşkın bir kısmıdır şehvet veya ilk andaki verdiği histir arzu. Bizi “düşünen hayvan” metaforuna yaklaştırır. Hayvani iç güdülerimiz burada yönetimi ele alır. Montaigne’nin dediği gibi hepimizi eşit yapar. Büyük İskender, herkes gibi bir ölümlü olduğunu bir bu işte, bir de uyumada anladığını söylermiş. Bu arzu sebebiyle dünyamız hem güzelleşir hem de yerle bir olur. Aslında bizim elimizdedir bu arzuyu yönetmek ama çoğu zaman yönetimi ele geçirmesine göz yumarız, kontrolümüzün dışındaymış gibi davranırız. O an sadece o hazzı isteriz çünkü. İşte bu noktada “düşünen hayvan”ın düşünceleri yok olmuş, geriye hayvan kısmı kalmıştır. Bu noktada Montaigne katılıyorum. Başımıza bir sürü dert almaya başlarız, sanki derdimiz azmış gibi…  



              Bu hayvani dürtü dinler tarafından da baskı altına alınmaya çalışılmıştır. Montaigne’nin dediği gibi bir yandan severiz o dürtüyü bir yandan kötüleriz. Çünkü bazen iyi bazen kötü ama istenilen düzenin dışına çıkarız bu dürtü sebebiyle. O anda din ve öğütleri devreye girer. Dizginleri çekmeye başlar. “Türlü ulusların dinlerinde vardıkları, kurban, mum yakma, oruç, adak gibi ortak taraflardan biri de cinsel arzunun kötülenmesidir” der Montaigne. Buna da katılıyorum. Çoğu dinlerde bunu görürüz. Hep bir farz veya sünnetlerle veya cehennem metaforlarıyla korkutulmaya çalışılırız. Düşünüyorum bu kadar uğraşın sebebi aşk mı? Demek ki, o kadar güçlü bir duygu diyorum bu aşk. 
               Hep hayvani dürtü olarak ele aldım konuyu. Oysa ben sadece hayvani bir dürtüden ibaret olmadığını düşünüyorum. Aşk, birisine hükmetme ihtiyacının bir sonucu, sahip olma istediğinin bir sonucu bence. Kendimizi arzu duygusu dışındaki diğer duygular için de tatmin etmeye çalışırız. Kendimizi yüceltmek istediğimiz bir basamak oluverir aşk. Çünkü aşk, bencildir. Ben, der çoğu zaman. Neden severiz ki zaten. Sırf karşımızdaki bizi seviyor diye mi? O kadar saf değiliz bence. Ben istiyorum ve seviyorum ve onun da sevmesini bekliyorum. Çünkü “ben” istiyorum. O duygumun tatmin edilmesi gerekiyor. Çoğu zaman bu sebeple hükmetmeye çalışırız. Onun hakkında kararlar alırız. Bu kararlar aslında karşımızdakinin değil, benim mutluluğum için alınır. Bencillik, aşkta vazgeçilmez bir öğedir. 
                Bir diğer yön ise aşkta; saf bir sevgi olması. Her şey bir kenara, o duygu o kadar içten ve büyük bir duygudur ki. Büyük bir “sevgi”dir. Aşkın bir sonraki aşamasıdır bence sevgi. Asıl yerini bulduğu duygudur. Hayvani duyguların, bencilliğin yer almadığı kısımdır. İşte bu nokta herkesin harcı değildir. Çünkü büyük bir özveri ister. Montaigne’nin dediği gibi, “İnsanların bu en bulanık, en karışık işinin en ortak işleri olması da doğanın bir cilvesidir,.”

21 Mayıs 2014 Çarşamba

Çeşnime çok sevdiğim bir şiirle tuzunu ekliyorum.




ZAMAN KIRINTILARI

Biz, zaman kırıntıları,
Zaman sinekleri,
Tozlu camlarında günlerin sessiz kanat çırpanlar
Ve lüzumsuz görenler artık
Bu aydınlıkta kendi gölgelerini!

Sanki siyah, simsiyah taşlar içinde
Siyah, simsiyah kovuklarda yaşadık biz,
Sanki hiç görmedik birbirimizi,
Sanki hiç tanışmadık!


Dünya bize öyle kapattı kendisini...
Neye yarar hatırlamak,
Neye yarar bu cılız ışıklı bahçelerde
Hatırlamak geçmiş şeyleri,
Bu beyhude akşam bahçesinde
Kapanırken üstümüze böyle
Zaman çemberi
Hatırlıyor yetmez mi
Güneşe uzanan ellerimiz!

Aynalar sonsuz boşluğa
Çoktan salıverdi çehremizi,
Yüzüyoruz,
İpi kopmuş uçurtmalar gibi.
Biz uzak seyircisi bu aydınlık oyunun,
Birdenbire bulanlar içlerinde
Gülüncün sırrını,
Ne kadar benziyoruz şimdi,
Aynı tezgâhtan çıkmış testilere
Bir şey, bir şey kaldırdı bütün ayrılıkları!

Baksak aynalara
Tanır mıyız kendimizi,
Tanır mıyız bu kaskatı
Bu zalim inkârın arasından
Sevdiklerimizi.

Ben zamanı gördüm,
İçimde ve dışımda sessiz çalışıyordu,
Bir mezar böyle kazılırdı ancak,
Yıldırımsız ve baltasız,
Bir orman böyle devrildi!
Ben zamanı gördüm,
Kaç bakışta bozdu hayalimi,
Ve kaç düşüncede!
Ben zamanı gördüm,
Şimşek gibi bir ânın uçurumunda.

Kim tanır bizi şimden sonra,
Aydınlığı kıt gecemize
Misafir olanlardan başka;
Kuru tahta üstünde bizimle
Paylaşanlar günlerimizi
Ve benim gözlerimle bakanlar güneşe
Ancak tanır bizi
Mor çemberlerin uçuştuğu akşam sularından!
Akşamın tek bir ağaç gibi
Dal budak saldığı sular
Çocukluk rüyalarının bahçesi!
Sakın kimse el sürmesin dallara,
Yapraklar, meyvalar olduğu gibi kalsın
Benim uykum boyunca!

Ben zamanı gördüm,
Devrilmiş sütunları arasından
Çok eski bir sarayın
Alnında mor salkımlar vardı
Ve ilâhlar kadar güzeldi.
Uçmak için kanatlanmayı bekleyen
Yavru kuş gibi doğduğu kayada
Ben zamanı gördüm
Çırpınırken avuçlarımda.

Bak martılar kanat çırpıyor sana
Bir rüyadan kopmuş gibi bembeyaz
Yelkovan kuşları yalıyor suyu,
Sen ki bakışından yumuşak bir yaz
Gülümser en yeşil gecesinden
Ve sesin durmadan, durmadan örer,
Yıldız yosunu bir uykuyu...
Bak, martılar kanat çırpıyor sana.

Süzülen yelkenler var enginde,
Dalgalar var, güneş var.
Güneş ayna ayna, güneş pul pul
Güneş saçlarınla oynar
Omzundan tutar giydirir seni,
Sırtında tül olur belinde kemer
Boynunda inci
Ve dişlerinin zâlim çocuk sevinci
Birden Tanrılaşırsın genç adımlarında
Mevsimler önünde çözer yükünü
Bahçeler yığılır eteklerine!
Rüya ile
Hayal arasında
Hayal ile
Hakikat arasında
Yalnız sen varsın!
Gece ile
Gündüz arasında
Güneşle
Göz arasında
Yalnız sen varsın!

Niçin sen yaratmadın bu dünyayı?
Ellerinin mesut işaretlerinden
Daha güzel doğardı eşya!
Daha zengin olurdu aydınlık
Kendi karanlığından çağırsaydı sesin,
Sular başka türlü akardı
Sert kayalardan göklere doğru
Büyük, mavi, aydınlık sular!

Eğilme sakın üstüne
Kendi yeşilinde boğulmuş havuzların,
Ve bırakma saçlarını tarasın rüzgâr,
Durmadan çukurlaşan bu aynada!
Bilinmez hangi uzaklara götürür seni
Dudak dudağa öpüştüğün hayal!
Sokma güneşle arana,
İmkânsızın parıltısını!
Ve tanımadan, hiç tanımadan sev insanları!
Değişmenin ebedî olduğu yerde
Güzeldir hayat!

Ne kadar uzak, uzak
Yollardan gelir bize
Ve çok yabancı bir şey gibi sevinçlerimiz,
Keder durmadan çiçek açar içimizde.
Ne çıkar unuttuk hepsini!

Biz ki boş yere gerilmişiz anladık artık,
Yıldızların amansız çarkına
Ve boş yere sızlamış kemiklerimiz,
Bilmiyoruz şimdi, mevsim yaz mı, bahar mı
Bahçelerde hâlâ güller açar mı,
Bilmiyoruz, kadınlar, kızlar,
Şarkılar masallar var mı?
Gece ile gündüz,
Acıdan kaskatı kesilmiş yüz,
Uykusuzluktan harap göz,
Öpüşen dudaklar,
Çözülmeye razı olmayan eller var mı?
Ayrılık var mı gurbet var mı?
Biz beyhude yere gecikenler,
Çoktan bitmiş bir yolun ucunda
Bilmiyoruz şimdi ıssız gecede
Ne yapar ne eder,
Gidip de gelmeyenler,
Beyhude bekleyenler!
Biz ayın çıplak arsasında
Savrulan zaman kırıntıları.

Nerden bilelim bunları!
                         A. HAMDİ TANPINAR